31 Temmuz 2010 Cumartesi

Fazlalıkları atıyoruz





Eveeeet, bugün fazlalıkları atma vakti millet. Etrafınızdakilerin hayatı ile, ne istedikleri neyi beğendikleri ile fazlaca ilgileniyor kendinizi sürekli onlara uydurmak ya da beğendirmeye çalışıyorsunuz ki bunlar tamamen insan doğası gereği olan şeyler.Normal yani. Ama bu kesinlikle fazla şey taşımanız gerektiği anlamına gelmiyor. Hayatımızda vazgeçemediğimiz eşyalarımız, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz; şuan bize bir yararı olmayan ve haz vermeyen gereksiz her şeyi şuan atıyoruz hayatımızdan. Bu yazıyı okuduğunuzda ve bitirdiğinizde pcnizin başından kalkıyor, odanıza gidiyor giymediğiniz eşyaları bir kenara topluyorsunuz. Sonra msn,facebook ve telefon listenizde gereksiz olan kişileri, facebookunuzdan gereksiz ve amaçsız fotoğrafları paylaşımları temizliyorsunuz.


Bu söylediklerim de gereksiz olduğunu düşünebilirsiniz ama o ağırlıkları attığınızda çok rahatlyacaksınız. Gerçekten (:


Bugün ağırlıkları atıyoruz, hayati anlamı olmayan her şeyi atıyoruz sırtımızdaki yükten.Biraz daha doğrulmak, biraz daha güçlü atabilmek için bir sonraki adımı. 



30 Temmuz 2010 Cuma

Yine mi fotoğraf, Mine?





Son zamanlarda en çok karşılaştığım soru ; Fotoğraf çekmeden duramıyor musun Mine? Ya da yine mi fotoğraf ?? 


Bugün ailem ve bir kaç akrabam ile Kerpede çok güzel bir gün geçirdim. Hatta bu yaz boyunca yazı yaşadığımı hissettiğim dolu dolu tek gündü belki. Ne bunaltıcı sıcak, ne de kapalı olan bulutlu bir havaydı.Yüzmeye gittiğimiz yer güzeldi, sakindi, Karadeniz çok güzeldi... Zaten kulaçlamaya başladığınıza sonunu göremediğiniz mavilik sizin o stresli, sıkıntılı hayatınızı unutturuyor bir kaç dakikalığına da olsa. Ve ben, anı zerresine kadar yaşamayı seven biri olduğum halde, böyle huzur verici ve yaşadığım için kendimi şanslı hissettiğim anlarda, sadece tadını çıkarmakla yetinemediğini farkettim. Ne zamandır böyleyim tam olarak bilmiyorum ama artık böyle.


Anın tadını çıkarmanın kendini sadece geçmişten ve gelecekten soyutlayarak sadece o anı yaşayarak olmadığını farkettim aslında. Ben sadece anı yaşamakla yetinemiyorum. Bazı anlar o kadar özel ve güzel ki, hatta çoğu, ve neredeyse tamamı. Yaşarken biliyorsunuz ki böyle bir anı belki bir daha yaşayamayacaksınız.İşte 'anın tadını çıkarma' dediğiniz işi de bu yüzden yapmıyor musunuz zaten? Bir daha öyle güzel bir anı yakalama şansı bulamayabileceğiniz ihtimalini farkettiğiniz için. Ama sonra ne oluyor.Günler geçiyor belki aylar.O güzel anlar önce görüntüler halinde zihninizde silik silik kalıyor, sonra görüntüleri de kaybediyor kelimeler ile yetinmeye başlıyorsunuz.Zaman aşımının ardından andan bahsederken 'hatırladığım kadarıyla' diye başlayan betimlemeler kullanmaya başlıyorsunuz. İşte bu gerçekten acı. Ağladığınız, güldüğünüz, bir şeyi kaybetmekten ölümüne korktuğunuz ya da çok heyecanlandığınız tüm anlar aslında o kadar özel ki...


Bunları okuduğunuzda 80 yaşında,gençlik yıllarını ve 'ilk' tecrübelerini özleyen, geri alamayacağını bildiği anlarının özlemini duyan birinin nasihatlarını dinliyor gibi hissedeceksiniz biliyorum. Ama biraz düşünün.Gerçekten özlemeyecek misiniz? Teknolojiyi iletişim araçlarını o kadar çok kullanıyoruz ki artık ne kadar özel ve güzel olduklarını unuttuk.Ne kadar sihirli olduklarını ya da. Saçma ve gereksiz bir sürü fotoğraf çekiyoruz belki, ya da vidyolar çekip çekip siliyoruz.Şu an buraya yazdığım yazı bile.Şuan sıradan görünüyor evet, ama bu yazıyı 5 yıl sonra okuduğumda neler düşüneceğim kim bilir? 


Etrafımızdaki insanların, olayların, olguların zaman içindeki değişimlerini gördükçe 'vay be..' diyoruz farkında olmadan geçip giden zaman için 'neydi, ne oldu..' Ama kendimizdeki değişikliğin ve hayatın bize kattıklarıyla her saniye nasıl değişim geçirdiğimizin farkında mıyız? Bir futbol takımının, hayranı olduğumuz sanatçının ya da hayatımızın ortalama 15-16 yılını verdiğimiz okul hayatındaki olayları takip ettiğimiz kadar kendimizi ne kadar takip ediyoruz? Nereden nereye nasıl geldiğimizi, neden geldiğimiz ne kadar biliyoruz ve fark ediyoruz? Bunları söylemek ve farkında olmak için gerçekten 60-70 yaşı devirmiş olmak gerekmiyor. Hayatınınızın en özel anını 16 yaşında yaşarsanız 18 yaşınıza geldiğinizde o anı geri getirebilmek ya da hatırlayabilmek için neler feda edebileceğinizi görürsünüz.Gençliğinizin tadını çıkaramaz kendinize fazla sınırlar koyarsanız 70-80ninizde 'keşke'ler süsler her cümlenizin başını. 




Peki ben neden bu anları dondururken 'fotoğraf' adı altında, insanların bana bu kadar 'gene mi fotoğraf Mine ya' demelerine aldırmıyorum. Aldırmıyorum çünkü biliyorum o an ağızlarında çıkan her offlama, gözlerini her baymaları üzerinden zaman geçtikten sonra, o fotoğraflara bakıp neşe ile 'aa neler yapmışız' dediklerinde yüzlerindeki memnunluk ve fotoğrafların vidyoların varlığına olan memnuniyetlerine dönüşecek. Onlar bunu şimdi farketmiyor. Ne kadar açıklasam da yarın siz de fotoğrafınızı çekmeye kalktığımda farketmeyeceksiniz.Siz de 'yine mi Mine' diyeceksiniz.Bırak fotoğraf çekmeyi olayın tadını çıkar diyeceksiniz. Ama olayın tadını ya böyle çıkarıyorsam? Ya o anı yaşamak kadar, geçip gittikten sonra o anı gerçekten canlısı kadar hatırlayabilmek önemliyse benim için? Ve sizinde bu fotoğraflara, vidyolara baktığınızda 'iyi ki' diyeceğinizi çok iyi bildiğim için aldırmıyorsam? :)

Harry Potter'cı olmak


* Harry Potter okuyucusu olmak, tüm kitapları okumak değil, okuduğunu anlamak ve benimsemektir.

* Seriyi bir kaç ayda baştan sona okuyup aa çok güzelmiş diyen değil, 10 sene önce ilk kitabı eline almış ve her kitapla Hogwartsa Ronla Harry'le tekrar dönmüş, Neville'n sakarlıklarını, Hermione'nin inekliklerini, Weasley ikizlerinin şamatalarını, Hagridi 'koca' gülümsemesini, Dumbledore'un yarım ay şeklindeki gözlüğünü ve Snape'in yağlı saçlarını görmeyi özlediğini farketmektir :)

* Kitabın ya da filmin sonunun nasıl olduğunu öğrenmek için bir an önce okuyan değil, hem meraktan sayfaların su gibi akışını izleyen, hem de son kitap 'ölüm yadigarlarında' bitmesin diye okumaya kıyamayandır.

* Filmlerini, kitaplarını 'çocuk' kategorisine sokan insanlara umursamaz bir şekilde gülümseyip 'zaten anlatsam da anlamayacak' diyerek kulak asmamayı başarabilmektir.

* Daniel ile Harryi, Bonnie ile Ginnyi, Hagrid ile Robbie Coltranei karıştırmayan, Başrollere takılı kalmayandır. Bir HP'ci için Trendeki şekerci kadın da, dobby de, dev örümcek aragog da Harry de eşit derece değerlidir, hepsi bu ailenin bir parçasıdır :)

* Oyuncuların özel hayatlarından ya da aşk hayatlarından çok bugün film setinde ne oldu ya da roportajlarında kitaplar hakkında ne dedikleri önemlidir HP'ci için.

* Bir kitapçıya girdiğinde, seri seri romanları gördüğünde ilk HP serisini ve J.K.Rowlingin adını aramaktır büyük bir hevesle.

* Kitabın piyasaya çıkacağı günün önceki gün tüm kitapçıların kapısını aşındırıp neredeyse kitapları getirecek kargoyu kapı eşiğinde beklemek, ya da eğer İngiltere'de falan ise saatler öncesinden kitapçıların önünde kamp kurup, 10 yıllık hikayenin nasıl sona ereceğini bitmesinin hüznünü yaşayarak yağmura çamura aldırmadan 700 sayfa kitabı bir gecede bitirebilmektir .

* 7'den 70ine J.K.Rowlingin sunduğu dünyada kendi hikayeni yaratabilmek, yıllarını, aylarını verebilmektir RP Dünyasına.RP olmasa da hikayeler romanlar yazabilmektir belki kendini o dünyaya adayarak.

* Kendi Hogwarts formana ya da asana sahip olabilme hevesidir.

* HP'ci olmak okumayı bu kitaplarla seven, öğrenen ve yazmaya heves edendir.J.K.Rowling bir yazardır.Kitapları 62 dile çevirilmiş, 7'sinden 70'ine milyonlarca insana okumayı, yazmayı ve hayal ettirmeyi sevdiren dahi bir yazardır.

* En göz önünde olan Gryffindor Slytherin kadar Hufflepuff ve Ravenclaw'u da sevebilmek, kendini oraya ait hissedebilmektir HP'ci olmak.

* Konuşmadan anlaşabilmek ya da, biri bir şey dediğinde 'Aynen!' diyebilmektir hevesli bir ses tonu ile.Tıpkı benim yazdıklarıma vereceğiniz tepki gibi :))

HP'ci olmak tam 10 yıldır içinde yaşadığımız dünyayı, iki üç kelime ile insanların alay etmesi ya da leke sürmeye çalışması ile terketmemektir, düşünmemektir bile.10 yıl önce sevdiğimiz gibi 10 yıl sonra da ait olma ve benimseme hissi ile karıştırabilmektir o sayfaları...

Hissiz misiniz, his siz misiniz?

Artık hiç emin değilim duygularımın varlığından.Ya da genel anlamda 'duyguların varlığından' mı demeliyim? Bana özel bir durum olduğunu düşünmüyorum açıkcası, ya siz? Sizi duyguların insan kontrolünden bağımsız hareket ettiğine inandıran nedir? Aşık mısınız ya da aşık mıydınız? En yakın arkadaşınızın ihaneti ile nefret mi kusmaya başladınız çevrenize ? Annenize babanıza karşı olan kızgınlıklarınız kırgınlıklarınız mı sizi inandırdı bu teze?


Çok uzun zaman olmadı aslında duyguların varlığından şüphe etmeye başladığım. Hissetmek ve hissedilmek için yaşadığımı yoğun olarak 'hissettiğim' zamanlar çok yakındı aslında. Obsesif bir şekilde hissetiklerime takılıp kalıyordum.Bir duygu üzerinde fazla yoğunlaştığımda etrafımda olanları duymuyordum görmüyordum adeta.Top patlasa duymaz dedikleri türden işte.Hani klasik tabirle 'aşık olduğunuzda gözlerinizin kör olması'na benziyor biraz.Aşkla pek de alakası yok aslında. Özlediğimi hissedip özlendiğimi hissetmek istiyordum biraz belki. Böyle boşluğa düştüğünüz anlarda ilk sarıldığınız şey zaaflarınız olur.Bu genelde aşık olduğunuz kişi ya da yakın arkadaş çevrenizdir. Ama %98 aşkla ilgili olduğunu söyleyebilirim sanırım.Bence siz de katılıyorsunuz bu konuda bana.Her neyse.


Şimdi biraz dışardan bakalım olaya.Sizin tabirinizle benim yaptığım iş 'bekara karı boşamak' olduğundan demesi kolay diyeceksiniz,olsun ben yine de söyleyeceğim.Özlediğiniz,kırıldığınız ya da en hassas şekilde incindiğiniz olumsuz duygularınızı kafanızı meşgul edecek işleriniz,planlarınız ve amaçlarınız olmadığı durumlarda yaşarsınız.Genel tabirle akıl, kalp çelişkisi ile alakalı belki de. Aslında kalbin kontrolü akıldadır.Ya da daha düzgün bir tabirle akıl genelde ağır basar. Kafanız bir işle konuyla çok meşgulken özlemezsiniz pek fazla, günlerinizi saatlerinizi üzülerek, melankolik bir havada geçirdiğiniz o şey her ne ise, kafanızın meşgul ve yoğun olduğu anlarda geri planda kalır. İşte bu yüzdendir sevgilisinden ayrılan, yakın arkadaşıyla küsen ya da ailesi ile tartışan kişinin kafasını dağıtmak için yeni uğraşlar arama çabası. 


Bizlerin 'duygu' diye adlandırdıkları kavramlar ve hislerin o 'özlem, kırgınlık..' gibi olumsuz  olanları bir şeylerin eksiklerinde çıkan boşluklardan sızar atmosfere.


Üniversitede ailede bağımsız bir hayat kurma hayali vardır.Bu konuya nereden girdin sen hala ailenle yaşıyorsun diyebilirsiniz.Bir şeyi bilmek için yaşamaktan başka şeyler de önemli olabilir.Gözlemlemek mesela.Neyse, Ailesinden bağımsız yaşamaya en meğilli, aile özlemi çekmeyen tabiri caizse ana kuzusu olmayan tipler bile ilk başlarda bir durgunluk ve burukluk hissederler. Çünkü bu başları ilk sıkıştığında 'yurt, okul, ders, harçlık, fatura...vs' gibi problemlerle karşılaştıklarında çözüm bulamama halleri garip bir şekilde anne baba özlemine dönüşür.Aslında bu anne babaya değil, anne babanın ona sağladığı kolay ve hazır hayata olan özlemdir.




Bir başka açıdan bakalım bir de.Politikacılar,devlet adamları, iş adamları ve buna benzer resmi işlerde çalışan insanlar topluluk önünde ya da iş ortamında hep ciddi, duygusuz, mahkeme duvarı gibi suratları ile hatırlanırlar. Onları takım elbiseleri ve ciddi bakışları ile görenler hayatlarının geri kalanında da öyle sanarlar. Diğer insanlara göre daha resmi ve ciddi işlerde çalışanlar için bu hem biraz profesyonel olma yetisi getirir hem de biriktirme denen dezavantaja neden olur.


Peki nedir bu biriktirme? İnsanların hissetiklerini dışa vurmalarının rahatlattığı söylenir hep.Ya sözle, ya yazı ile, şarkı ya da resim ile.Resmi ve ciddi işlerde çalışan insanlar bunu iş ortamlarında elbette yapamazlar.En zor günlerini geçirirkenki ile, en mutlu anlarındaki ifadeleri ve tavırları bile aynı olmalıdır.Biz onları öyle biliriz çünkü.Kimse dünyanın en önemli şirketlerinin müdürlerini toplantıda bacaklarını masaya atmış iş ortağıyla şakalaşırken düşünmez değil mi? Bir ressamın müzisyenin aksine yaptığı iş onu duygusal açıdan deşarj etmez.Hislerini biriktirme ya da saklama yetisi, ele geçirdikleri ilk gayriresmi veya ciddiyetsiz ortamda biriken duygusal yoğunluğun su yüzüne çıkmasına neden olur. 




Şimdi diyeceksiniz hem hisler yok dedin, hem de yaptığımız işe, hayat tarzımıza göre hislerimizi dışa vurumdan bahsettin, sen hangisini düşünüyorsun, çelişmedin mi şimdi? diyeceksiniz biliyorum. Ama ben bilim adamı değilimki. Benim rasyonel sonuçlarım yok elimde.Biraz düşündürmek istedim sadece :)


Hissiz misiniz, his siz misiniz? 




30.Temmuz.2010
01:27


Mine YAĞIZ.